Bugüne kadar genelde pek sesi çıkmamış, kimse tarafından umursanmamış bir toplamdı asistan hekimler. 21 bin kişilik bir aileydi. Ne çektiğini bilen; annesi, babası, kardeşi hadi bir de amcası, dayısı, teyzesi ile etti 100 bin.
Nitelikli sağlık hizmetinin sunulduğu 3. Basamakta çalışan, ne olduğu ve ne işe yaradığı anlaşılamayan bir topluluk olarak görüldü yıllarca. Amcaların, teyzelerin tıp fakültesi öğrencisi sandığı hekimlerdi. Hekimlerdi diyorum çünkü onlar gibi 6 yıllık eğitimi bitiren ve aile hekimliğine adım atan meslektaşları, 20 kişilik bir ekibe amirlik yapabilir ve ciddi ücretler alabilirken; onlar çalıştıkları kliniklerde düşük ücretler alan mazlumlar olmuşlardı. Dünyanın en zor üç sınavından biri olarak kabul edilen Tıpta Uzmanlık Sınavı’nı başarıyla geçen bu insanların, aslında orada bulunmasının tek amacı, kaliteli bir uzmanlık eğitimi almak ve geleceğin nitelikli işgücünü oluşturmaktı. Bazen de ne yaptılar ne ettilerse başladıkları bölümde, daha fazla devam edemiyorlardı. Ya da bir Rus şairin dediğine benzer şekilde; mevsimine kapıldıkları hekimliğin, bahçesinde açabilecek bir çiçek olmadıklarını anlamışlardı. Ne bırakıp gidebiliyorlardı, ne de bırak gitsin diyebiliyorlardı. Anlaşılmadı. Anlaşılmadılar ama artık anlaşılıyorlar.
Aslında bunlar, asistan hekimlerin son dönemde neden bu kadar sesinin çıktığının değişik bir bakış açısından özetidir. Ama bu yıl, yani 2011 yılı, asistan hekimler için bir dönüm noktası oldu. Aynen usta şair Mehmet Akif’in dediği gibi yaptılar:
“Zulmü alkışlayamam, zalimi asla sevemem
Kanayan bir yara gördüm mü, yanar ta ciğerim.
Adam aldırma da geç git diyemem, aldırırım
Çiğnerim, çiğnenirim hakkı tutar kaldırırım
Yumuşak huylu isem kim demiş uysal koyunum
Kesilir fakat çekmeye gelmez boynum.”
Dedi asistan hekimler. Boyunları kesilmedi ama anlaşıldılar, önemsendiler. Hocaları bile “ne oluyor” dedi. Görülmemiş bir şey oldu, yiğidi öldürelim, hakkını yemeyelim; Türkiye Cumhuriyeti tarihinde ilk defa bir Sağlık Bakanı asistan hekimleri önemsedi ve kendi kaleminden bir genelge yayınladı. Doğrular-yanlışlar siyaset yapanların işi olsun, orası benim konum değil ama sonuç önemli.
Hak ve adalet yerini bulmaya başladı ama yapılacaklar ya da yapılması gerekenler henüz bitmedi. İlimde, bilimde ve ekonomide dünyanın ilk on birine girmek üzere olan bir ülkenin evlatları olarak bizlerin, medeni düzeyde bir sağlık hizmeti için daha çok çaba harcaması gerekir. Bunun yolu çağın gereklerine uygun bir tıp eğitiminden geçmektedir. Eğitime yapılan yatırım, bir ülkenin geleceğine yapılan yatırımdır. Hekimlerin eğitimine yapılan yatırım ise bir ülkenin sağlıklı geleceğine yapılan yatırımdır. Çünkü verimli işgücü ve güçlü ekonomi; ancak ve ancak, sağlıklı nesillerle mümkün olabilir.
Eğer Türkiye Cumhuriyeti önümüzdeki dönemde, sağlıkta eğitimin kalitesini arttırmak, uluslararası bir ekol haline gelmek istiyorsa; bir an önce tıp eğitimini ve uzmanlık eğitimini ülke gerçeklerine göre yeniden düzenlemelidir. Bu ülkü çerçevesinde en büyük engellerden biri olan çağı yakalayamayan bir kısım sözde “eğitimci” monşer* zihniyetlerden bir an önce kurtulmalıdır. Artık kararlılıkla sormamız ve üzerine gitmemiz gereken soru ya da sorular şunlardır; bu kadar büyük bir ülkenin neden tüm dünyada kabul gören uluslararası bir dergisi yoktur (Bu konuda çaba harcayanları takdir ve tenzih ediyorum). Türkiye’yi sağlıkta nasıl bir Araştırma-Geliştirme (AR-GE) merkezi haline getirebiliriz? Tıp ve asistanlık eğitimini nasıl bu kalitenin içine dahil edebiliriz? Son olarak da, tüm bu bilimsel girdileri nasıl bir ekonomik güç olarak kullanabiliriz? İşte belki de hiç de akla gelmeyen asistan hekimlerin, yukarıda sözü edilen dişlinin içindeki en önemli en sürükleyici yeri: gelecektir. Son söz: Gelecek gençlerine yatırım yapanlarındır.
*Monşer : Davranışlarında Batı özentisi içinde bulunan