Psikolog İzzet Güllü’ nün yazısı (Kaynak : Ahmet Rasim Küçükusta’nın Kişisel Web Sitesi)
Son dönemde psikiyatri ilacı kullanımında üç – beş yıl öncesine nazaran ciddi bir artış olduğu biliniyor. Bu gelişme sağlık otoriteleri başta olmak üzere birçok mahvilde “Ülkemizde ruhsal bunalımlar ve depresyon patladı” şeklinde izah ediliyor. Oysa ülkemizde depresyon vakası sayısında bu oranda bir patlama olduğu iddiası gerçeği yansıtmıyor.
İlaç kullanım miktarlarına bakınca ülkemizin neredeyse yarıdan fazlası ruhsal açıdan hasta gibi duruyor! Ancak daha birkaç gün önce açıklanan “yaşam memnuniyeti” araştırmalarına göre ise Türk halkının tamamına yakını hayatından memnun ve mutlu görülüyor. Peki, bu aradaki tezadı nasıl izah edeceğiz?
“Depresyon patlamadı, depresyon teşhisi patladı”
Bu başlık ilgi çekecek diye düşünüyorum. Çünkü haklı olarak, “Bir hastalık artmamışsa o hastalığın teşhisi nasıl olur da artabilir ki”denilecektir. Bu iddia haddizatında ruh sağlığı alanında her şeyin sütliman olduğu varsayımına dayanan bir kabuldür. Oysa bu alanda son derece ciddi yanlışlıklar vardır ve hastalığın değil, teşhisinin (suni teşhislerin) artmasını sağlayan asıl husus budur.
Hastalığın değil teşhislerin patlaması sonucunu doğuran unsurların başında; beden sağlığı alanında birçok branş varken koskoca bir ruh sağlığı alanındaki hizmetlerin sadece psikiyatri uzmanı hekimler tekelinde yürütülmesi “tekelciliği” yatmaktadır. Uzman olmayan, sadece fakülte mezunu olan pratisyen hekimlere medikal tanı ve tedavi yetkisi verilirken aynı şekilde fakülte mezunu olan ve bu alanın ikinci mesleğinin elemanları olan psikologların –öyle ki danışmanlık işlevleri dahi tartışılacak bir biçimde- tamamen devre dışı bırakılmış olmasıdır. Bu durum insanlarımıza birinci basamak ve bütünleyici nitelikli psikolojik danışmanlık, psikolojik destek ve psikolojik tedavi hizmetlerinin büyük ölçüde verilememesi sonucunu doğurmuştur.
Yine bu eksiklik “hastalık olsun olmasın” her soruna tamamen medikal eksenli bir anlayışla ve salt ilaç odaklı olarak yaklaşılmasını zorunlu kılmıştır.
İkinci neden yangından mal kaçırırcasına hızlı işleyen, hasta başı puan esasına dayalı olan mevcut döner sermaye sistemidir.
Üçüncüsü bilinçaltına kazınmış bulunan “hekim ilaç verir” şeklindeki yaygın hekimlik meslek algısıdır. Yani, “Hekim bir hastayı bir saat dinlemez, çünkü uzmandır, hemen belirtilere bakar, anında teşhisi koyar, sonra da ilacını yazar gönderir” yerleşik algısı…
Belki psikiyatrist olan ancak ondan önce hekimlik sıfatı da bulunan, o sebeple bu uzun eğitim sürecinde bu yerleşik anlayışı içine sindirmiş olduklarını düşündüğüm hekimlerin bu mantığın dışına çıkabilmesi teorik olarak mümkündür ancak pratikte bunun örnekleri son derece azdır. O yüzdendir ki bir kamu hastanesinde psikiyatri uzmanı sayısı artsa bile hasta başına ayrılan zamanda ve ilaç dışı, zaman isteyen terapi vb hizmet eğilimlerinde kayda değer bir gelişme fazlaca gözlenmemektedir.
Son faktör de psikiyatri uzmanlarının daha ziyade ağır hastaların tedavi gördüğü 3. basamak tedavi kurumlarında (araştırma hastaneleri) uzmanlık yapmaları ve bunun kazandırdığı “sorunlara bakış açıları algısı” ile özellikle son dönemde, belli nedenlerle ortaya çıkan “hastalık tanı kriterlerindeki” aşınmadır.
“İşlevsellikte bozulmaya değil; artık sadece bir-iki belirtiye bakılıyor.”
En önemli hastalık kriteri bazı belirtilerin bir arada olması değil; bu belirtilerin kişilerde iş, sosyal yaşam ve mesleki alanda işlev kaybına yol açmasıdır. Oysa bugün bu kriter bütünüyle göz ardı edilmiş durumdadır. Sözgelimi psikiyatri kliniği çıkışında bir araştırma yapılsa teşhis almış, ilaç başlanmış çok az kişinin günlük yaşam aktivitelerinin – performansının bir kayba uğradığı; büyük çoğunluğunun işine, okuluna, gündelik yaşamına büyük ölçüde devam ettiği görülecektir.
“Göstergeleri çalışmayan her makine bozuk demek değildir”
Bir sorunun hastalık olması için bir kaç belirtinin bir arada bulunması yeterli değildir. Mesela her baş ağrısı hastalık anlamına gelmez; bu bazen çok tv izlemekten, ekran başında fazla oturmaktan da kaynaklanabilir. Yine göstergeleri çalışmayan her makine hemen “bozuk” olarak düşünülmemelidir; çünkü aynı sonucu elektriklerin kesik olması veya fişin gevşek olması vs. de sağlayabilir. Bozukluk, bu noktalarda herhangi bir sorun olmadığı takdirde ortaya çıkan bir aksaklıktır.
“Ekonomik krizde artan depresyon değil, insani etkilenmelerdir.”
Bu temel gerçeğe rağmen günümüzde hastalık algısı bozuldu. Birçok nedenle hastalık algısı aşınmaya uğradı ki bu maalesef tuzun koktuğu noktadır. Artık (hemen hemen) her üzüntüye depresyon, gündelik sıkıntılara anksiyete, gayet doğal korku yaşantılarına da fobi denilir oldu. Oysa üzüntü, sıkıntı ve korku duygu türüdür; depresyon, anksiyete ve fobi ise hastalık yani birer patolojidir (anormalliktir).
Ülkemizde kredi kartı kullanımı artışı veya bazı sosyal sorunlar hep depresyon artışına gerekçe gösterilir. Bunu çoğu zaman ilgili uzmanlar, hatta akademisyenler yapar. Oysa olumsuz yaşam olayları sonrası gelişen, bir etki – tepki mekanizması içinde oluşan olumsuz duygu durumları bir hastalık değildir; ne kadar ağır olursa olsun bunlar son derece insani tepkilerdendir. Çünkü insanoğlu “cenazede üzülecek, düğünde ise sevinecek” şekilde olumlu – olumsuz tüm duyguları belli olaylara bağlı olarak yaşayacak şekilde yaratılmıştır.
“Doğal etki – tepki mekanizması içinde gelişen bir sorun patoloji yani anormallik (hastalık) değildir”
Bu alanda hastalık anormal bir yaşantı biçiminin diğer adıdır. Hastalık, başa gelen olumsuz bir yaşam olayına tepki olarak doğmayan sorunun adıdır. Yani ekran başında çok oturmaya bağlı olarak gelişen baş ağrısı hastalık değildir. Bu ve benzeri bir nedene bağlı olmaksızın gelişen “anormal bir tablonun” adıdır, hastalık. O yüzden aslandan korkmak değil, fareden korkmak fobi kabul edilir
“Oysa çözüm çok basit”
Öncelikle “ama onlar on yıl okudular” denilerek (bunu Sağlık Bakanımız bile söylemişti) bu alanı sadece psikiyatristlerin babalarının yitik malı gibi ya da ticari bir rekabet sahasıymış gibi görme hatalı anlayışı terk edilmeli, sağlık gibi çok mühim bir işte tamamen halkın ali menfaati esas alınmalıdır.
Halihazırda, “insanların önce psikiyatriste, bu uzman isterse şayet psikoloğa yönlendirilmesi” şeklinde işleyen ters mantık / yapı terk edilmeli, bilakis bunun yerine önce psikoloğa (birinci basamak) sonra uzman hekime (üst basamak) gidilmesi anlayışı kaim edilmelidir. Tıpkı pratisyen hekim – uzman hekim çalışma ilişkisinde olduğu gibi.
Psikiyatristlerin günlük olarak bakacakları hasta sayısı alanın doğası baz alınmak suretiyle sınırlandırılmalı, teşhis koymada “iki dakikada ve ayaküstü” keyfiliğine fırsat verilmemeli, tanı ve teşhis için geliştirilmiş belli ölçeklerin kullanılması zorunlu tutulmalıdır.
Bir vakaya hastalık teşhisi konulsa bile “bu alanda doğru tedavi ilaç + terapidir” gerçeğinden hareketle her hastanın ilaca ek olarak mutlaka psikolojik destek alması zorunlu tutulmalı, bu iş uzman hekimlerin kişisel inisiyatifine bırakılmamalıdır.
Psikolog İzzet Güllü MDH