Kategoriler
Köşe Yazılarım

Hekimlik, Doktorluk ve Hekim Öğretmenliği Bölüm-1

Dünyada bazı meslekler vardır ki, hakkını vermeden yapamazsınız.

Öğretmenlik, liderlik, askerlik ve hekimlik…

Listeyi uzatmak mümkün…

Kötü öğretmen gençleri, kötü asker orduyu, kötü lider de devleti tehlikeye sürükler.

Kötü hekimlik ise öldürür. Gayet açık ve net: öldürür.

Hekimlere doktor da denir.

Doktor yunanca “öğretici” demektir. Bir nevi öğretmendir aslında. Genç hekimleri eğitir, halkı eğitir, kendini eğitir…

Doktor liderdir. Toplumu peşine sürükler gider.

“Şunu yemelisiniz, şuna faydası vardır” diye söyler, tüm toplum da onu yer. Ya öyle yer, ya böyle yer; ama yer.

O halde hekimlik; doktorluktur, liderliktir ve öğretmenliktir.

İşte üniversitelerdeki “kaliteli” öğretim üyelerinin önemi buradan gelmektedir.

Çeşitli sebeplerle, eğitim hayatımın değişik evrelerinde birden çok tıp fakültesinde bulunma şansım oldu. Gördüğüm en net olgu ise şuydu; Türkiye’de küçük ve yeni kurulan; “perifer üniversite olarak tabir edilen” üniversiteler daha iyi eğitim veriyordu. Aslında bu beni çok şaşırttı. Çünkü ben de Türkiye’nin en köklü üniversitelerinin birinden mezun olmuştum. Ama o zamanlar; açık söyleyim sebebini anlayamamıştım.

Şimdi anlayabiliyorum.

Çünkü perifer üniversiteler gerçekten hekim yetiştirmeyi amaç edinmiş kurumlar. İyi pratisyen hekim yetiştirmekten gurur duyabilen onura sahipler. Tıpta uzmanlık sınavı onlar için gerçekten ikinci planda. Alanında başarılı ancak “kartel*” soyadları tarafından yükselmelerine izin verilmemiş, yetkin “hekim öğretmenlere” kapıları sonuna kadar açık. Son olarak; bu kurumlardaki öğretim üyelerinin çoğunun, saat ikiden sonra gitmesi gereken bir özel muayenehaneleri yok. Onlar için öğrencileri var.

***

Hepimizin ortak kaygısı para kazanmak.Bu kaygı, eğitimin önüne geçerse o zaman tehlike başlıyor.

Ancak unutulmaması gereken nokta; eğitimin muayenehane konusuna indirgenemeyecek kadar mühim bir olay olması…

Eğer bir öğrenci saat 11.30’da gittiği hocasının kapısını kilitli buluyorsa, üniversitelerdeki pratik dersleri asistan hekimler vermek zorunda kalıyorsa, tıbbi beceriler hekim olmayanlardan öğreniliyorsa, orada bir sıkıntı vardır. Bunun siyasetle, politikayla, şunla ya da bunla izahı yoktur.

Ve bu çalışma biçimini benimsiyenlerin ülkem için hiç mi hiç faydası ya da savunulacak tarafı yoktur.

Yazının bu satırına kadar gelebilenler kuşkusuz şu sözleri mırıldanacak:

“Ağacın gövdesine balta ile vurmuşlar, sapı bendendir demiş”

Evet, sapımız sizlerden; ama biz daha iyi nesillerin, daha iyi hekimlerin varolduğu bir Türkiye istiyoruz. Hekimlik değerlerinin muayanehanelerin kapısına sıkıştırılmasını istemiyoruz ve bu durumun, bu şekilde lanse edilmesini asla kabul etmiyoruz.

***

Serbest çalışmak bir haktır. Buna inancım sonsuz. Para kazanmak da bir haktır. Buna da inancım sonsuz.

Serbest çalışırken genç hekim ve hekim adaylarının zarar görmemesi de toplumun bir hakkıdır. Bu bağlamda; eğitim ve hizmet sektörlerinin birbirinden bir şekilde ayrılması özünde doğrudur. Yanlış olan,  gerçekten “hekim öğretmenliğini” seçenlere verilecek ücretlerin uluslararası standartların altında kalmasıdır.

Hepimizin malumu bir söz vardır:

“Bana bir harf öğretenin kırk yıl kölesi olurum.” diye söylenir…

Hekim öğretmenliği seçenler kimsenin kölesi olmadan, onurlu, adil ve ülke şartlarının üzerinde dolgun bir ücret almalıdırlar. Genç hekimleri yetiştiren bu ulvi insanlar, toplumun geleceğinin yegane mimarlarıdır. Zaten doktorluğun önünde gelen ünvanlarını da buna borçludurlar.

Bu yüzden, mevcut yasalardan sonra eğitim bitiyor diye feryat edenler bir kere daha düşünsünler; dolgun ücretler verilmesi durumunda figan etmeye devam edecekler mi? Ya da söylemlerini değiştirip bizler kaliteli eğitim vermeye devam etmek istiyoruz diyerek, hak ettikleri ücretler için “haklı ve desteklenebilir” bir mücadeleye girişecekler mi?

Sap ve samanın ayrılma vakti gelmiştir. Yukarıda kaleme alınanlar sadece “hekim öğretmenler” içindir. Mevcut uzmanlar ve genel pratisyenlik yapan hekimlerin; yukarıda sözü edilenlerle uzaktan ya da yakından bir ilgisi yoktur.

Tıp fakültesinin her aşamasını başarıyla bitirmiş bir hekim olarak şunu açık ve net bir şekilde söyleyebilirim: Kötü hekim yoktur, iyi yetiştirmemiş doktor vardır.

İyi Hekimlerin uzun yaşam sunması dileklerimle…

*Kartel : Tekelci sermaye piyasasında, birtakım ticaret, üretim kuruluşlarının, genellikle kazanma veya başka kuruluşlara karşı tutunabilme vb. amaçlarla aralarında kurdukları dayanışma birliği (TDK)


Kategoriler
Köşe Yazılarım

2011 ve Asistan Hekimler

Bugüne kadar genelde pek sesi çıkmamış, kimse tarafından umursanmamış bir toplamdı asistan hekimler. 21 bin kişilik bir aileydi. Ne çektiğini bilen; annesi, babası, kardeşi hadi bir de amcası, dayısı, teyzesi ile etti 100 bin.

Nitelikli sağlık hizmetinin sunulduğu 3. Basamakta çalışan, ne olduğu ve ne işe yaradığı anlaşılamayan bir topluluk olarak görüldü yıllarca. Amcaların, teyzelerin tıp fakültesi öğrencisi sandığı hekimlerdi. Hekimlerdi diyorum çünkü onlar gibi 6 yıllık eğitimi bitiren ve aile hekimliğine adım atan meslektaşları, 20 kişilik bir ekibe amirlik yapabilir ve ciddi ücretler alabilirken; onlar çalıştıkları kliniklerde düşük ücretler alan mazlumlar olmuşlardı. Dünyanın en zor üç sınavından biri olarak kabul edilen Tıpta Uzmanlık Sınavı’nı başarıyla geçen bu insanların, aslında orada bulunmasının tek amacı, kaliteli bir uzmanlık eğitimi almak ve geleceğin nitelikli işgücünü oluşturmaktı. Bazen de ne yaptılar ne ettilerse başladıkları bölümde, daha fazla devam edemiyorlardı. Ya da bir Rus şairin dediğine benzer şekilde; mevsimine kapıldıkları hekimliğin, bahçesinde açabilecek bir çiçek olmadıklarını anlamışlardı. Ne bırakıp gidebiliyorlardı, ne de bırak gitsin diyebiliyorlardı. Anlaşılmadı. Anlaşılmadılar ama artık anlaşılıyorlar.

Aslında bunlar, asistan hekimlerin son dönemde neden bu kadar sesinin çıktığının değişik bir bakış açısından özetidir. Ama bu yıl, yani 2011 yılı, asistan hekimler için bir dönüm noktası oldu. Aynen usta şair Mehmet Akif’in dediği gibi yaptılar:

“Zulmü alkışlayamam, zalimi asla sevemem

Kanayan bir yara gördüm mü, yanar ta ciğerim.

Adam aldırma da geç git diyemem, aldırırım

Çiğnerim, çiğnenirim hakkı tutar kaldırırım

Yumuşak huylu isem kim demiş uysal koyunum

Kesilir fakat çekmeye gelmez boynum.”

Dedi asistan hekimler. Boyunları kesilmedi ama anlaşıldılar, önemsendiler. Hocaları bile “ne oluyor” dedi. Görülmemiş bir şey oldu, yiğidi öldürelim, hakkını yemeyelim; Türkiye Cumhuriyeti tarihinde ilk defa bir Sağlık Bakanı asistan hekimleri önemsedi ve kendi kaleminden bir genelge yayınladı. Doğrular-yanlışlar siyaset yapanların işi olsun, orası benim konum değil ama sonuç önemli.

Hak ve adalet yerini bulmaya başladı ama yapılacaklar ya da yapılması gerekenler henüz bitmedi. İlimde, bilimde ve ekonomide dünyanın ilk on birine girmek üzere olan bir ülkenin evlatları olarak bizlerin, medeni düzeyde bir sağlık hizmeti için daha çok çaba harcaması gerekir. Bunun yolu çağın gereklerine uygun bir tıp eğitiminden geçmektedir. Eğitime yapılan yatırım, bir ülkenin geleceğine yapılan yatırımdır. Hekimlerin eğitimine yapılan yatırım ise bir ülkenin sağlıklı geleceğine yapılan yatırımdır. Çünkü verimli işgücü ve güçlü ekonomi; ancak ve ancak, sağlıklı nesillerle mümkün olabilir.

Eğer Türkiye Cumhuriyeti önümüzdeki dönemde, sağlıkta eğitimin kalitesini arttırmak, uluslararası bir ekol haline gelmek istiyorsa; bir an önce tıp eğitimini ve uzmanlık eğitimini ülke gerçeklerine göre yeniden düzenlemelidir. Bu ülkü çerçevesinde en büyük engellerden biri olan çağı yakalayamayan bir kısım sözde “eğitimci” monşer* zihniyetlerden bir an önce kurtulmalıdır. Artık kararlılıkla sormamız ve üzerine gitmemiz gereken soru ya da sorular şunlardır; bu kadar büyük bir ülkenin neden tüm dünyada kabul gören uluslararası bir dergisi yoktur (Bu konuda çaba harcayanları takdir ve tenzih ediyorum). Türkiye’yi sağlıkta nasıl bir Araştırma-Geliştirme (AR-GE) merkezi haline getirebiliriz? Tıp ve asistanlık eğitimini nasıl bu kalitenin içine dahil edebiliriz? Son olarak da, tüm bu bilimsel girdileri nasıl bir ekonomik güç olarak kullanabiliriz? İşte belki de hiç de akla gelmeyen asistan hekimlerin, yukarıda sözü edilen dişlinin içindeki en önemli en sürükleyici yeri: gelecektir. Son söz: Gelecek gençlerine yatırım yapanlarındır.

*Monşer : Davranışlarında Batı özentisi içinde bulunan

Kategoriler
Köşe Yazılarım

Bir Savaş Hikayesi : Misurata

Kızıl çöl kumunda ilerlediğini düşün. Sırtını sahra çölüne çevirmiş, akdenizin berrak sularında hayallere dalmışsın, 20 yaşındasın; hayallerin, umutların ve henüz sahip olamadığın araban…Sağ avucunu açıyorsun, içerisinde sen de on, ben diyeyim on beş santimlik bir zeytin dalı…

Bir ses geliyor uzaktan neler oluyor diye bakıyorsun, anlamıyorsun, bir acı ve bir jet sesi…

Vuruldun…

Tuttuğun zeytin dalı büyüklüğünde bir uçaksavar mermisi, sağ yanından giriyor, sol yanından çıkıyor… Omuriliğin paramparça, belden aşağın tutmuyor…

Salim diyor biri kulağına, iyi olacaksın Türkiye’ye gidiyoruz…

***

Onu ilk gördüğümde kurşun yaraları iyileşen ama hayata karşı gönül yarası gelişen bir genci buldum karşımda…

Alt bezi ve sondaya mahkum kalan, bacakları tutmayan, sağdan sola dönemeyen, sırtında kocaman bası yarısı gelişen bir genç…

Suçu neydi? Hiç…

Hak etti mi? Hayır…

İçim acıyor, sessiz kalıyorum…

Şu aralar sırtındaki yarayı tedavi etmeye çalışıyorum. Ağabeyi, olmayan Türkçesi ile, ben ise olmayan Arapçam ile çok güzel anlaşıyoruz. Doktor diyor, iyi.

Bakıyorum da hekimliğin dili yok ve Libya halen daha bizden bir parça; Osmanlı’nın kayıp hayaleti geziyor oralarda bir yerlerde… Salim’in el bileğinde siyah zeminde ay ve yıldız dikkatimi çekiyor…

Dünya Libya’lıları bize emanet etti, o kadar güveniyor hekimliğimize, Salim’in yarası da gün geçtikçe iyileşiyor…

Belki yürüyemeyecek… ama o, hekim mehmedin onunla kardeşi gibi ilgilendiğini hep hatırlayacak…


Kategoriler
Köşe Yazılarım

Arap Baharı, Avrupa’da Sonbahar…

Gün olur devran döner demiş eskiler. Rüzgar eken Avrupa devletleri, fırtınayı biçmeye başladılar bile. Yıllarca bizleri aşağılayan, öteleyen ve hor gören Avrupalılar kendi dertlerine düşmüş durumdalar. Yunanistan ekonomisinin çöküşü, kıta Avrupa’sında ciddi bir salgın başlatacak gibi duruyor. Her ne kadar son bir, bir buçuk yıldır Almanya güdümlü Avrupa Merkez Bankası bu gidişatı durdurmaya çalışsa da, ufukta herhangi bir başarı, şimdilik ön görülmüyor.

Gelişen teknoloji, bireyler arasında artan iletişim olanakları ve paranın hızlı transferi çok yakında yeni bir dönemin başlangıcının da fitilini ateşleyecek. Tarih eskisinden hızlı tekerrür edecek. Dönüşüm ve değişim her ne kadar sancılı olsa da kazanan bir ülke olacak: Türkiye.

1699 yılındaki Karlofça anlaşmasından bu yana, süregelen toprak kayıpları sonucunda küçülmemizin getirdiği ulusal statükocu anlayış, Türkiye’nin toplumsal dinamizmini derinden etkilemiş; idarecileri atılım yapmaktan korkan, ecnebileri yücelten politikalar izlemeye yöneltmiştir. Bu durum, en iyi son 30 yılda katıldığımız Eurovision şarkı yarışmaları ve Avrupa şampiyonalarında tahlil edilebilir. Toplumsal özgüven yeniden kazanıldığında ise elde edilen başarılar açıkça ortadadır.

Ancak Türkiye olarak yapmamız gereken resmi sınırların statükosu içerisinde kendimizi hapsetmemektir. Türkiye artık batı sınırının Edirne, doğu sınırının ise Hakkari olduğu alelade bir ülke değildir.  Anadolu, Saraybosna’dan Kerkük’e kadar uzanan doğal kültürel bir mirasın yegane sahibi ve birleştiricisidir. Sahip olduğumuz değerleri yerinde ve etkili bir şekilde kullanmak, kurulan yeni dünya düzeninde bizleri ummadığımız yerlere getirebilir. Kuzey Afrika’da başlayan “bahar’ın”, Avrupa’da “sonbahar’a”; Türkiye’de ise “yaz’a” döneceği günler emin olun çok yakındır.


Kategoriler
Köşe Yazılarım

O idam neden oldu?

“Dü İbrahimi Amed bedeyr-i cihan

Yeki put şiken şüt, yeki put nişan”

FİGANİ

Geçtiğimiz dönem televizyonları kasıp kavuran Muhteşem Yüzyıl dizisi, yeni döneme bu sözlerle giriş yapacak ve tahminime göre Türk Halkı’nın tarihe olan ilgisini bir nebze daha arttıracak. Konumuz tabi ki de bu dizi değil. Konumuz Pargalı İbrahim…