“Aldığımız nefesi bile geri veriyorsak”, bu hayatta bizim olan ne ki?
Yüzlerce belki binlerce nefesin geri verilişine şahit oldum.
Necip Fazıl ustanın dediği gibi, aslında yaşadığımızı sandığımız dünya bize bile ait değildi.
Çoğu insan ölü bile görmemişken, biz kadavraların içindeki insanı görmekteydik.
Diğerleri çimlerdeyken, biz mezarlıktan “çalınan kafatasları” ile beraberdik.
Evde bir yıl geçirdim Mustafa Bey’in kafası ile. Kim olduğunu bilmem ama ona Mustafa derdim. Yazıyorum çok mu ağır gelecek “sizlere” korkuyorum ama gerçek bu. Ölüm herkesi korkutuyor ama tababeti öğrenmenin yolu “insanı” keşfetmekten geçiyor.
Bay Z’yi de anlatayım da, esas hikâyeye geçeyim.
Mavi gözlü sarı saçlı Bay Z. sol elinde yüzüğü, her an uykudan kalkıp bize fırça atacakmış gibi duran hali ve sessizliğe gömülen bir gerçek gibiydi silueti.
Bir sene yaşadık Bay Z ile. Sol eline taktığı yüzüğü sonsuz aşkının bir ifadesiydi sadece. Soğuk anatomi koridorlarında ne yürüdüğünü gördük, ne de bizi fırçaladığını Bay Z’nin. “Ölüm gerçekti aşk ebedîdi” onu keşfettik Bay Z’de…
Yazıyorum, çünkü doktorlar neden gülmüyor diyorsunuz anlamanızı istiyorum.
İzmir’i bilenler bilir;
Atatürk Eğitim ve Araştırma Hastanesi, manzarası otel tadında olan bir hastanedir.
Bundan altı yıl önce yaşadığımız bir olayı ölümsüzleştirmek için yazıyorum bu satırları.
Amcanın adını inanın hatırlamıyorum ama “üç numaralı” yoğun bakım yatağındaki zayıf halini ve uzamış sakallarını hiç unutamıyorum.
Hoş sohbet ruhu mide kanserinden ölmek üzere olan bedeninin üstünde olan biriydi.
Bir gün beni çağırdı.
Yoğun bakım penceresine bakmamı istedi.
Körfezden gelen bembeyaz bir martı oradaydı.
Gözleri doldu.
“Nerelere gittim çocuk biliyor musun” dedi.
Güzel bir hayat geçirdim, çok güzel aşklarım ve çok güzel dostlarım oldu.
“Ve biliyor musun” dedi;
“Bundan üç gün sonra öleceğimi inan senden daha iyi” biliyorum.
“Şu martıyı görüyor musun?”
“Beni nerelere götürdü bilemezsin…”
“Ama sana şunu söylemeden ölmeyeceğim çocuk:
Seviyorsan vazgeçme, istiyorsan erteleme ve gidebiliyorsan asla geri dönme…”
“Şu ekmeği de al martıya ver,”
“Hadi bakayım…”
Aldım ekmeği martıya verdim. Martı da zaten bizi dinler gibiydi. Sanki uzak bir yerlerden bir haber getirmişti. Bilemezdim ki tabi…
Bu konuşmadan üç gün sonra “üç numaralı” yatakta yatan beden iyice fenalaştı. Bilinci yerindeydi ama bedenen başka yere intikal ettiği belliydi. Benim gözüme şöyle bir baktı. Bir an sol elini kaldırdı bir şeyleri işaret etti.
Martı o an oradaydı.
Zamanı gelince de önce “o” sonra da “martı” uçup gitti.
Hepimiz hayatımızın “sonlu” macerasının kimi zaman mutlu, kimi zaman hüzünlü “başrol” oyuncularıyız.
Aldığımız nefes bile bize ait değilse, bu mücadele ne diye?
Mutlu olmaya bakın,
Kendinize iyi bakın!